Bu bir istirhamdır ey âli Süphân
Kulunun kalbini görürsün pünhân
Emrinde dönüyor âlem-i devrân
Âlemi murâda erdiren sensin
Bu hâli arzedem Ahmet Muhtâr’a
Ednânın derdine kıla bir çâre
Beni meftûn kılan bir gülizâre
Ağlayan âdemi güldüren sensin
Kula yüz yirmi bin nebîden himmet
Evliyâ âşıka ediyor minnet
Âşık ma’şûkundan vazgeçmez elbet
Rûhî’yi menzile erdiren sensin
***
Âdemi turâbtan eyledi mevcût
İndi feriştalar kıldılar sücûd
Bir zerreden yaratıldı bu mevcût
Gelen gelir bunda giden görünmez
Mümin’e verecek cennetle hûri
Rızâ-i haktır ki eyle sürûri
Kalbi tenvir eden ibâdet nûri
Eseri görünür imân görünmez
Hâkim-i mutlaktır Rezzâk-ı Âlem
Oku habibine selât ü selâm
Halk oldu kâinat çalındır kalem
Rûhî der yaratan Süphân görünmez
Aşağıdaki şiiriyle doğduğu yer olan Bayburt’un Pulur köyünü betimlemiştir.
Doğusu ovadır gayeten süslü
Batı cihetinin harmandır aslı
Kuzeyin sorarsan bir dağa yaslı
Güneyinden akar çayı Pulur’un
Akkoyun Bey’inin budur durağı
Herdem yanmaktadır sönmez çırağı
Eseri câmidir yeşil burağı
Tarihte bilinir payı Pulur’un
Mektebi konmuştur köy arasında
Çocuklar dizilir sıra hasında
Öğretmen bayları ders esnâsında
Müdâvim terakkî ayı Pulur’un
Her mahâlden çıkra malı davarı
Arpadan buğdaydan çok olur kârı
Bunun yiğitleri hep aslân-vârî
Kazada bulunmaz tayı Pulur’un
Yemiş ağaç ile çam fidânları
Türlü çiçek açar yayla otağı
Müzeyyen sahrası gülistân bağı
İçene şifâdır suyu Pulur’un
Hâkirin doğduğu sevgili yurttur
Taş ile toprağı sanki zümrüttür
Hakikat râhında sözleri merttir
Şâirân gülüdür Rûhî Pulur’un
***
Koltukçu kalmadı hep oldu tüccâr
Sığır görmeyenler oldular meccâr
Katık bulamayıp sırf yerken pancar
Caba mal bulanlar yemek beğenmez
Koltukçular halka verir talanı
Arkasına vursan zerdûş palanı
Biri beşe satar söyler yalanı
Salamura nedir semek beğenmez
Rûhî der ağalar bu söz duyulur
Ağızdan ağza elbet yayılır
Bazen kimi himâr köhlan sayılır
Hasır bulamayan yatak beğenmez
***
Şâir ölen hanımı üzerine aşağıdaki şiiri söylemiştir:
Akkoyun neslinden bir melek simâ
Nûr ile münevver kurulmuş binâ
İşveli sultanım yeşil baş suna
Çok şükür Mevlâ’ya yâre yetiştim
Kalbime cilâdır o siyah mûyu
Dengime muvafık almakta suyu
Derecesi âli pek güzel huyu
Bu ne nimet bir şikâre yetiştim
Kadir Mevlâ’m ânı övmüş yaratmış
Nevreste nev-civân nûrlara batmış
Rûhî der feryâdım cihânı tutmuş
Baykuş iken gülizâre yetiştim
***
Aşağıdaki şiiri şâir ikinci eşi Ruhigül hanım için söylemiştir:
Hey ahbaplar ağlasam da âr değil
Gül ü gonca idi bunda hâr değil
Unutamam i’tibarsız yâr değil
Öyle bir garibin derdi cândadır
Kavimden kardeşten gitti hasiret
Hükmen şehît derler o da hakikat
Nazik tenden cân gidince nihâyet
Ölüm nişânesi bilmem kandedir
Süleyman Rûhî de muhtasar söyler
Garip olanlara Mavlâ’m rahmeyler
Çekülüp ketumdan dünyâ dar eyler
Ayrılık âteşi her dem bendedir
***
1939 kışında Erzincân’da meydâna gelen deprem şâirimizi bağrından yaralar ve şu ağıtı söyler:
Allah’ın hışmından Erzincân yandı
Halka korku düştü herkes uyandı
Evler harâp oldu ışıklar söndü
Ânda zî-rûh ola insân ağladı
Kişinin çektiği kendi cezâsı
Haşredek Erzincân çeker bu yası
Tevbe kılak Hakk’a olmayak asi
Himmet penahımız sultan ağladı
Felâketzedeler zemîni titrer
Sabi sübyân düşmüş toprakta inler
Yüreler çâk olmuş kulaklar sinler
Bay ü gedâ hem âsûmân ağladı
Câmii mescîdi bellisiz oldu
Lâlesi açmadan goncası soldu
Nevreste nev-civân gençler ne oldu
Şîrîn şehri yurdu virân ağladı
Rûhî ile bezendi âlem-i berzak
Ne hikmetin vardın ey gani Rezzâk
Ankara Erzurûm çok döktür erzak
Reis-i cumhûru cihân ağladı
Bağlar harâp oldu bülbüller ötmez
Ağaçlar aşlanıp meyveler bitmez
Te’sir-i iftirâk herkesten gitmez
Şeydâ bülbül bağı-ı civân ağladı
Evlere gitmeye olmayız emîn
Sarsıldı bu yerler titredi zemîn
Bizi affetmektir Yârabbî şânın
Değil ihsân bütün pünhân ağladı
Felâket tahribât çok yerde oldu
Mecrûh müteveffa birkaç bin buldu
Berâtlar büküldü defterler doldu
Koptu mahşer ulu dîvan ağladı
Tarih bin dokuz yüz otuz dokuzda
Çok felâket oldu şehr-i nüfûsta
Murâtsız gittiler gelin de kız da
Bu hususta surî mizân ağladı
Rûhî Yaradan’dan affını diler
Akan göz yaşını gayrı kim siler
Tuğyâne başladı kabardı sular
Nice deryâ bahr-i ummân ağladı
Hardışı (Çiftetaş) köyünden Hüsrev Bey ile tanışan şâirimiz onun ölümü üzerine epey bir zaman köye gitmez. Zamanla köyde aileden kimse kalmayınca köyde şâirimizin zamanında oturup sohbet ettiği konak odası harâb bir hâle gelir. Köye ilk gittiğinde şâir bu manzarayı görür ve etkilenir. Bunun üzerine aşağıdaki şiiri söyler:
Çoktur Hardışı’nın ördeği kazı
Al yeşil giyinir gelini kızı
Ekmeğe şâyândır ovası düzü
Paşalara hizmet gören Hardışı
Beyler konağına girmekte kuşlar
Aldanma dünyâya bozuktur işler
Mevlâ’m nutuk verse söylese taşlar
Nice saltanatlar süren Hardışı
Süleymân Rûhî’de bu hâlin gördü
Virân taşlarından suâlin sordu
Ehl-i sehâvetde beyler var idi
Neden konakların virân Hardışı
***
Geldim Kısanta’ya tutuldum kara
Gani Mevlâ’m senden ola bir çâre
Lütfeyle kavuştur o nazlı yâre
Pus almış dağları eli görünmez
Gene çökmüş çöl Pulur’un dumanı
Galiba gelmiştir kışın zemânı
Gönül sevdiğinden kesmez gümânı
Lâle sümbül olmuş göze görünmez
Hançer-i feleğin ucu ciğerde
Bu aşkın âteşi artıyor serde
Yârabbî başımı sen koyma derde
Rûhî der sevdiğim sunam görünmez
Aşağıdaki şiiri şâir Akkoyunluların büyüklerinden vefât eden Hâfız Bey için söylemiştir:
Akkoyun neslinden Hâfız merdâne
Ermişti dünyâda şöhrete şâne
Ani ecel erdi o şîrîn câne
Dili kıraatle Dîl-dâr’e gitti
Mürşidi Kur’ân’dan kemâle erdi
Dü cihânı şâhından şefaât gördi
Diyâr-ı gurbette dosta cân verdi
Uçtu bülbül ânda gülzâre gitti
Dünyâdan ahrete çekildi âlem
Ezel levhi yazmış böylece kalem
Tükendi tanesi hatm oldu kelâm
Hâfızlar sultânı Settâr’e gitti
Senin ayrılığın halkı âteşler
Nûr-i Kur’ân kalbin tenvire başlar
Değil ki insânlar ağladı kuşlar
Göz yaşı armağan ol yâre gitti
Tarih bin dokuz yüz otuz altıda
Vilâyet Erzurûm o hasret dîde
Şehâdet rütbesin emretti Hûda
Berât-ı âli şân Gaffâr’e gitti
Rûhî der yandırdı cümle insânı
Terk eyledi hânı manı cihânı
Ağlaşır câmiler bülbülü hânı
Goncası solmayan diyâre gitti
Şâir aşağıdaki şiirini arazi için Pulur’a gelen hey’etin başında bulunan Ali Bey’e hoş geldin maksadı ile söylemiştir:
Bir gül için kılarıdın feryâdı
Lütfetti Yaradan eyledi varı
Aslı beyzâdedir Ali Bey adı
Çok şükür sen gibi aslân yetişti
Cidden methederim ey aslan seni
Cidden çalışıp da şâd eyle beni
Hüsniyet sâhibi mürüvvet kâni
Çok şükür sen gibi aslân yetişti
Bu düşkün gedânın derdin bilesin
Ağlayanın göz yaşını silesin
Devâsız dertlere çâre kılansın
İstemem tabibi Lokman yetişti
Begim bir goncadır solmaz ebedi
Arazi yazıyor mübârek yedi
Âlidir vicdânı var bize vâ’di
Derdim önleyecek dermân yetişti
Emsâli bulunmaz aslında meğer
Ağzından dökülür bal ile şeker
Rahmetsen Rûhî’ye efendim meğer
Yâre kavuşacak zemân yetişti
***
Anlamaz kalmadı oldu bostancı
Mektep görmeyenin ismi destâncı
Büyük tüccâr oldu koltukçu hâncı
Böyle bir zemâna erdim efendim
Âşık olan akı karadan seçer
Elbet dünyâ fani tez gelir geçer
Sefil mazlum olan pek kalır nâçâr
Hizmetkârdan ağa gördüm efendim
Rûhî der ey kardeş sen tembel olma
Zeytin yağı ile o nazik dolma
Lâl ü zer kemerde yıldızlı forma
Hamalda kuşanmış gördüm efendim
***
Süleymân Rûhî, çaya ve şekere düşkün bir şâirdir. İkinci Cihân Harbi yıllarında sıkıntı yaşanınca şâir buna dayanamaz ve şu şiirini söyler:
Bardak demlik bundan sonra dinlensin
Çay şeker yok gönül nasıl eğlensin
Tiryâkîyim bu destânım söylensin
Yahşi günlerimiz yamâne düştü
Yüz otuz kuruşa bir kilo şeker
Çaya meftûn olan gör ki ne çeker
Çitçiler bu sene dağı çok eker
Fâkir olan müşkil zemâne düştü
Şâir Rûhî çokça içerken çayı
Ansızın kırıldı tezgâhın yayı
Çayla şeker oldu pek kabadayı
Her günümüz tipi borâna düştü
AŞK ŞİİRLERİ
Süleymân Rûhî’nin aşağıdaki şiirleri ilâhî aşkın verdiği enerjinin üründür. Buna karşın bir iki şiirde beşerî hisler olmakla birlikte onun temelinde de yine Mevlâ aşkı bulunmaktadır.
Aman ey sevdiğim sakla pendini
Her pehlivân bilmez senin fendini
Ağyâre gösterme sakın kendini
O kara gözlerin divânesiyem
Ağyâre sevdiği sırların deme
Gonca güllerini gayrıya verme
Meftûnum dilber derdimi sorma
Takın ak gerdâna dürr dânesiyen
Lütfedip hâlime kılsana nazar
Sanma göğsün benden gayrılar çözer
Rûhî çeng-i dîlde çok dîvan yazar
Zümre-i aşkın bir dânesiyem
***
Ebrûların bana sermâye yeter
Yanakta gül açmış menekşe biter
Gönlümün bağında bülbüller öter
Cihânda bir gayrı kârı neylerim
Bir melek simâdır bakışı peri
Aşkın âteşine yaktı bu seri
Leylâ’yı dûzahtan alınca beri
Ondan başka gayrı yâri neylerim
Rûhî bir yâre için eylerken âhı
Erdirdi murâda kadir ilâhî
Şükür keremine ey Şâhlar Şâhı
Aşkınan yanmayan seri neylerim
***
Ok değdi sineme yanıktır tenim
Ötmüyor bülbüller açmıyor gülüm
Yüreğim yaralı akmıyor kanım
Akar kanım amma yare görünmez
Aşk âteş tende devrân eyledi
Günden güne işim firâk eyledi
Felek sevdiğimden ırak eyledi
O bir gonca güldür hâr görünmez
Rûhî gedâ yanar yanar tutuşur
Âh çekerse âsûmâna yetişir
Her âşık bağında bülbül ötüşür
Neden bu derdime çâre görünmez
***
O yârin bağında lâle sümbüller
Açılmış Leylâ’sı hem bağı güller
Âşıkı mest eder o şîrîn diller
Kıyabakma sultân bu cân senindir
Beni meftûn eden o şîrîn sözdür
Sîneme ok vuran o kara gözdür
Derdim bine vardı sanma ki yüzdür
Sağlanmaz bu yara dermân senindir
Rûhî der yârime gönderin selâm
Üstümüze güler bütün el âlem
Ekşim haddin aştı yazmakta kalem
Reddetme kabûl kıl fermân senindir
Süleyman Ruhi