1. Bayburt Manşet
  2. Efsaneler
  3. Kütahya Efsaneleri

Kütahya Efsaneleri

Kütahya iline ait efsaneler: Kütahya İlinin Adı, Kütahya Kalesi Efsanesi, Sarıkız Efsanesi, Yoncalı Kaplıcası Efsanesi, Mehmetçik Çamı Efsanesi, Çoban Murat Efsanesi.

Kütahya Efsaneleri
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Kütahya iline ait efsaneler: Kütahya İlinin Adı, Kütahya Kalesi Efsanesi, Sarıkız Efsanesi, Yoncalı Kaplıcası Efsanesi, Mehmetçik Çamı Efsanesi, Çoban Murat Efsanesi.

Kütahya İlinin Adı

Bir zamanlar yörede dul bir kadın yaşarmış. Geçimini sağlamak için çanak çömlek yaparak pazarda satarmış. Yaptığı çanak ve çömlekler o kadar sağlam ve güzel olurlarmış ki hemen beğenilip alınırmış. Bu nedenle diğer çanak ve çömlekçilerinki alıcı bulamazmış. Zorda kalan öbür çanak çömlekçiler bu duruma şaşarak sonunda bu kadının çanak çömleğinin sağlam ve güzel olmasındaki sırrın toprakta olduğuna kanaat getirirler ve derler ki :”bu kadını izleyip nereden toprak aldığını öğrenelim, bizde oradan toprak alalım.” Derler. Dediklerini yaparak, gizlice kadını takip ederler. Kadını şimdiki ilimizin (Kütahya) bulunduğu yerdeki, küçücük bir tepeden toprak aldığını görürler. Bunun üzerine bütün çanak çömlekçiler oradan toprak almaya başlarlar. Bundan sonra çanak çömlekçilik gelişir ve burada bir kent kurulur. Adına da seramik kenti anlamına gelen Seramorum denir. Daha sonra kentin adı Kotiyom olarak değişir.

Kütahya Kalesi Efsanesi

Efsaneye göre bir zamanlar Kütahya’da minareden boylu, olağan üstü, dev gibi iri ve güçlü adamlar yaşarmış. Ömürleri de boyları gibi uzunmuş. Bazıları susadığında eğilip kente üç kilometre uzaklıktaki Felent çayından su içerlermiş. Bir gün bu adamlara liderleri yan yana dizilmelerini emretmiş, dizinin bir ucu yoncalıya diğer ucu Nemrut kayasına ulaşmış. Liderleri Nemrut kayasından parçalar kestirerek oda büyüklüğünde kaya parçaları elden ele geçirilerek Gulam köyü diye bir köyün yanında işlenerek kentin yanındaki şimdiki Hisar tepeye taşınır. Bir söylentiye göre şimdiki Enne Köyünün adı bu olaydan kaynaklanır. Daha önceleri “Elele ” olan köyün adı zamanla Enne’ye dönüşür. Kalenin yapımı uzun sürer. Bedenler, örülür, saralar kururlur, su mahzenleri kazılır ve yer altı yolları yapılarak, görkemli bir kale yükselir. Bu sırada bin yaşına yaklaşmış olan başkanın bir oğlu varmış. Henüz bıyıkları yeni terlemiş olan başkanın bu oğlu 300 yaşındaymış ve birden ölmüş. O güne kadar ölümle ilk kez karşılaşan babanın beli bükülür ve yaptığı kaleye bakar bakar, Üç yüz yaşında oğlum öldü.

Sarıkız Efsanesi

İnsanlar kaya kovuklarında, inlerde otururken şimdi hamam olan mağara bir koca ninenin evi, Boyalık denilen inde samanlığıydı. Ninenin sarı saçlı, çakır gözlü, bal tenli bir kızı vardı. Kızın vücudu kadar içi de güzel ve temizdi. Nine, kızını çok severdi. Kızında çok sevdiği bir sarı ineği vardı. Elinde büyüttüğü bu sarı ineğe bütün sevgisini bağlayan kız, ineğin sabah akşam yemini, suyunu kendi eliyle verirdi. Bir gece yine ineğe saman vermek için ine girdiğinde, kulağına uğultular gelir. Çok derinden gelen bu sesleri hiçbir sese benzetemez, kulak verir. Bu sesin kendisine seslendiğini anlar. Gelen ses;

-Güzel kız, melek kız! Geliyom, geliyom harlayarak mı gelem, gürleyerek mi?

O ana kadar korku nedir bilmeyen ceylan yapılı dağların kızı ilk defa bu gizli ses karşısında irkilmiş. Hemen ninesine koşmuş. Heyecanını onun sıcak koynun da yatıştırdıktan sonra olanları anlatmış. Nine kız bir hayli düşünmüşler. Ne idi bu? Dağ anası mı, orman ejderhası mı cin mi, haydut mu, yoksa kıza gönül vermiş sevdalı mı? Ya harlaması, gürlemesi ne oluyordu. Bunu bir türlü çözemediler. Kimselere diyemediler. Her iyi ve kötü gün gibi o gününde sabahı oldu. Gündüz gözüyle köşeyi bucağı aradılar, taradılar, in cin yoktu. Ertesi gece nedense vakti gelince kız yine kız yine duramadı yine samanlığa koştu. Bu sefer ses daha açık gelir. Nine geldiğinde ses kesilir. Kız yalnız kalınca belir ama o gecede bir şey diyemezler. Üçüncü gün karar verirler bu gaipten gelen sesin sahibi kim ise ne ise çıksın diye sese cevap vermeye karar verirler. O gece de kız karanlıkların derinliğine gene ay parçası gibi süzüldü, kulak verdi uğultular canlandı ve kayalar dile geldi.

– Güzel kız sarı kız geliyom, geliyom, izin ver.

Kızın ağzından bir çığlık gibi çıkıverir sözler:

– İn misin cin misin ne isen gel göreyim.

Kayalardan bir uğultu kopar ve

– Harleyem mi, gürleyem mi?

Bunun üzerine kız korkuyla

– Harla ey mübarek harlayarak gel der.

Bu sesi her oyuktan fışkıran suların harıltısı takip eder. İne dolan sıcak kızı içine alır. Ilıcada şimdi büyük hamam olarak bilinen Boyalık hamamı olur.

Hamama gelen iyi yürekli, ince duygulu, temiz kalpli kişilere Sarı kızın göründüğü inancı yaygındır. Bunun içinde bir efsane söylenir.

Günlerden bir gün hamama giden iyi yürekli bir kadın sıcaktan fenalaşıp baygınlık geçirir, hamamın havuzuna düşer. Suyun dibinde bir delik görür, buradan geçince küçük bir bölmede karşısına sarı saçlı güzel bir kız çıkar Kuran okuyan kız onu kurtarır. Öbür bölmeye geçirir, kurtarır.

Yoncalı Kaplıcası Efsanesi

Bir zamanlar Kütahya valisinin güzel bir kızı varmış. Bu kız amansız bir hastalığa tutulur. Kötü ve bulaşıcı olan bu hastalık tedavi edilemez. Sağlığından ümit kesirli ve başkalarına da bulaşır korkusuyla kızın kimsesiz boş bir yere bırakılması düşünürlü ve bir gün Yoncalı’nın bulunduğu yere bir çadır kurulur. Kız oraya bırakılır. Yemeği bırakılır. Kız orada bir müddet kaldıktan sonra bir gün tüyleri dökülmüş, cılız bir kurt görür. Kurt her gün ikindi serinliğinde çayırın yanından geçerek bir yere gidip gelmektedir. Bir müddet sonra kurt düzelmeye ve tüylerinin çıkmaya başladığı görür Kız bu durumu merak eder. Sürünerek bunun izinden gider. Birde bakar ki; çayırlıklar arasında bataklık var. Kurt birinci batağa girip içine batıp batıp çıkmaktadır. Buradan çıkıp ikinci batağa girmekte ve sonunda temiz suda durulanıp çıkmaktadır. Bu durumu gören kız aynı şekilde bataklara girip çıkmaya başlamış. Günden güne iyileşmiş gücü yerine gelmiş, yüzü gözü düzelmiş. Tam iyileştiği bir gün bir çoban onu görür ve kızı sever. Yanına gelir. “in misin, cin misin?” der kızda “ne inim ne de cinim senin gibi adem oğluyum” der ve olanı biteni anlatır. Çoban kızı alıp babasına götürür. Baba kızını iyileşmiş görünce sevincinden “Dile benden ne dilersen?” der. Çoban birkaç kez sağlın diledikten sonra kızının kendisine verilmesi ister. Baba da kızını verir. Kızda çobanla evlenir. Baba, buraya bir hamam ve bir cami yaptırır. Herkese şifa olsun diye.

Mehmetçik Çamı Efsanesi

Vakıf köyü Seyit Ali anlatıyor: Malazgirt Savaşı sonrası ilerleyen, her gün bir yenisi eklenen topraklara, asalet katan Müslüman Türkün Tevhit mührünü basan öncü kuvvetlerin avcı kolundan bir askerin önüne işte bu mıntıkalarda 15-20 kadar gâvur askeri çıkar, aralarında çıkan çarpışma sonunda orası düşman askerlerine mezar olur. Şimdi bile biz oraya gâvur mezarlığı deriz. Aldığı derin bir yara ile oradaki topraklara kanını akıta akıta çeşmenin başına varır, dermansız düşer, bayılır oraya. Yetişen arkadaşları bir süre sonra bulurlar onu. Ruhu henüz cesedinden çıkmamıştır. Ayın hilal hali, yıldızı ile Mehmetçik’in yanında sanki bir bayrak gibi aksetmiştir. Can havli ile tuttuğu küçük çam filizi avucunda öylesine biçimlenmiş bırakmıyor, dudaklarında inilti ile “Allah Allah” der. Biraz sonra arkadaşlarının kolları arasında Kelime-i Şahadet getirerek ruhunu teslim eder. Avuçlarının arasında çam filizi, bir kabın içinde donan alçı gibi şekil almıştır. Arkadaşları, rengi kırmızıya dönen çeşme ayağının içine akseden hilal ve yıldızın kenarına o çam filizini, başucuna gelecek şekilde elbiseleri ile beraber gömerler ve yollarına devam ederler.

O küçük çam, yerdeki bu eşsiz manzarayı bir bayrak halinde göklere çıkarmak istercesine, dallarını sağa sola yaymadan öylece yükseklere çıkardı. Büyüdü, tohumlarını çevresine saçtı. Oldu bir orman. Bu ağaçların gövdesinden akan sakız dediğimiz göz yaşları kan renginde, pürçüklerinin arasından geçen rüzgar tüylerimizi diken diken eden şehitler senfonisi sanki.. Ve Yunus’un sözlerinde ilahilerle nesilden nesile geliyor hikâye. Sırtını ebediliğe dayamış, cesetleri unutulma çukurlarında çürümeyen, Rableri katında dirilerin abideleri ile dolu bu mekân Tavşanlı’nın Vakıf Köyü’nde. Bu abide çamların civarındaki diğer ağaçlar, hepsi bir bütünlük içinde, Mehmetçik’in eşsizliğini anlatırcasına oraya kümelenmişler. Ihlamurlar, şahane kokularını burada hiç kimseden kıskanmıyorlar. Çoban çamları, yavrularını burada koruyorlar. Altın sarısı pürçükleriyle dünya botanik literatürüne geçmeye hazır isimsiz kahramanlar gibi, nadide mutasyonlar, hep burada Mehmetçik Çamının çevresine gelip yerleşmişler.

Dünyadaki meşhur bilim adamlarına nev’i şahsına münhasır özellikleri ile ziyaretgah haline gelen bu ormanımızdaki ağaçlardan birini ilk gördüğünde heyecanlanan Belçikalı Yelene İSTAVROZ çıkararak aynen şunları söyledi:

“Allah inanan insanlar Allah’a şükrün borçlarını ödemek için gelip bu ağacı tavaf etmelidir.”

Sonra buralara kadar felçli haliyle çamımızı görmeye gelen kocasını sırtına aldı, gözyaşları ile tavaf ettiler ve akabinde dediler ki; “Yalnız bu ağaç Türkiye için bir hazinedir.”

İşte bu hazinemizi her sene ziyaret etmeye gelen, yüzlerce bilim adamının müşterek arzusu, bu tabiat harikalarının özenle korunması. Mehmetçik Çamlarını kesme bahtsızlığına yakalananlarının hepsinin müşterek akıbeti, dileyerek intihar. Bu bir rivayet değil, istatistiği bir sonuçtur. Seyit Ali Amca’ya ve Vakıf köylülere, bu çamları kesenlerin hallerini sorduk, bakın neler söylediler:

– Mahzar Osmanlık olur.
– Bir daha uyuyamaz.
– Ailesinden birine sara gelir.
– Onmaz.
– Titrek olur (devamlı eli ve ayağı titrek, yemek bile yiyemez.)
– Hayvanları ölür, evi barkı yanar. – İflah olmaz. – Toprak bile kabul etmez. (ölüsünü)

Çoban Murat Efsanesi

Nereli olduğunu bilen yok dedemizin. Hangi köye çoban dursa bir önceki köyün halkından biri zannedilirdi. Nedense o, kendini bırakmak istemeyenlerin yalvarıp yakarmalarına bakmaksızın her iki veya üç yılda bir köy değiştirirdi. O, ağaçları, hayvanları, böcekleri, kuşları, çiçekleri öyle çok severdi ki, nerede çobanlığa dursa başka bir güzellik gelirdi. Yaz, kış dağlarda gezer, ağaçlarla kuşlarla konuştuğu söylenirdi. Hemen her yerdeki müşterek ismi “Çam Dede” veya “Çoban Dedeydi.” Esas adı Murat’mış. Dağlarda ağaçlarda aşılar yapar, yeni aşılı meyveler, yeni türler, yeni formlar elde etmeyi diğer çobanlara da öğretirmiş.

Belki 10 veya 15 sene oldu, bu köye geleli “Son durağım bu dağlar benim” dermiş diğer çobanlara. Bir çam ağacının altına ağılını kendisi kurar, yaz kış orada yatarmış. Ne hikmettir bilinmez, altına ağıl kurduğu çamların dalları, şemsiye gibi ağılın üstünü kapatır, altına yağmuru, karı geçirmez, hatta kışları birçok yabani hayvan o ağaçların dalları içinde bir in gibi kışlarlarmış.

Elindeki asası ile ağaçların etrafında çizgiler yapar, o çizgilerden içeriye ne bir canavarın girdiği, dışarıya da bir tek koyunun çıktığı görülmez, onun koyunlarının gölgelendiği tüm çamlar, adeta hayvanlara bir ağıl olurmuş. Ona koyun ağılı dedesi diyenlerde vardı. Çam dede diyorlardı. Çoban Murat Dede derlerdi. Köye hiç inmez, tüm dostları, koyunlar, ağaçlar, dağlar, bayırlar idi.

Domaniç Dağlarında Çobanlık yapardı Murat Dede Ağıtlar yakardı koyunlarına Aşılar yapardı ağaçlarına Koyun Ağılı Dedem, Baharı, yazı, kışı, güzü Daim gülerde yüzü Onunla kurttan korkmazdı kuzu Uyumaz gezerdi, yıldızlarda sonsuzu, Hiç eksik olmazdı dağlarda tanrı misafirleri, Bayram ederdi onları görmekten ağırlamaktan. Gelen misafirlerine ağaçlarını, çamlarını, çamlarının altındaki ağıllarını gösterir, çiçekleri verir, meyveleri verir, canı isterse kavalı ile adeta yeni besteler yapar, memnun etmeye çalışırdı ziyaretçilerini. Ama bu defa gelen misafir, daha önce gelenlere benzemiyordu. Köyün muhtarının cenazesini getiriyordu, karısı, köylü bayram etti, muhtar öldü diye. Dert yandı Çoban Murat Ağa’ya muhtarın karısı. Köy mezarlığına gömülmesine müsaade edilmeyince, ne yapsındı kadıncağız. Zar zor koymuş kocasının cesedini öküz arabasına, gömüversin diye getirmişti. Şimdiye kadar gelen misafirler hep diriydi. Onlara ağzından ikramlar yapardı. Ne yapsın düşündü taşındı, muhtarın karısı ile bir çamın altını kazdılar mezarı, koydular muhtarı içine. Kapattılar üstünü, üzgün kadıncağız, Çoban Murat Ağa’nın içinden okuduğu duaya “âmin” dedi ve döndü evine.

Aradan ne kadar zaman geçti bilinmez, köyünde zulmün sembolü haline gelmiş muhtar bu defa köylülerin rüyalarında cennette görünüyordu. Hemen hemen tüm köy görmüştü bu rüyayı. Kimse çıkıp da anlatamıyordu rüyasını, ta biri çıkıp da anlatıncaya dek. O zaman herkes teker teker söylediler, “Biz de gördük o rüyayı ” ama böylesine kötü bilinen muhtarın herkes tarafından cennette görünmesini gerektiren iyi bir tarafı olmalıydı. Düşündüler, düşündüler bulamadılar. Hanımına sordular, o da görmüş aynı rüyayı ama yorumlayamamıştı. Zira o da beraberliklerinde kocasının iyi tarafına rastlayamamıştı. Düğüm muhtarı gömen çoban muratta çözülecekti. Gittiler koyun ağılına buldular ve sordular.

-Murat Ağa nasıl dualar okudun bizim muhtarı gömmeden dediler.

-Ben ümmi biriyim komşular, ne bilirim cenaze dualarını. Biçare kadıncağız getirince cenazeyi, kazdık çukuru gömdük beraber, kapattık üstünü toprakla, hepsi bu kadar dedi.

-Hiç mi bir dua veya bir şey söylemedin, dediler.

-Söyledim, söylemez olur muyum söyledim.

-Eee neler söyledin dediler.

– Allah’ım şu dağlarda bana ne zaman misafir gönderdinse, biliyorsun sen gönderdin diye ben onların hepsine baktım. Yemedim yedirdim, içmedim içirdim. Güzel Allah’ım bir tanede ben sana misafir gönderiyorum, ne olursun sende ona iyi bak. Dedim hepsi o kadar.

-Gelenler ne diyeceklerini şaşırmışlar, bir kaç hoşbeşten sonra ayrılmışlardı.

-O günden sonra bu havalilerde herkes, koyun ağılı çobanı Murat Ağayı konuşur oldu. Her sene köyün davarı yaylaya çıkacağı zaman, Murat Dede’ ye onun aşı yaptığı çoban çamlarının altında mevlitler okutur, fakir fukarayı yedirir içirir, giydirirler. Hacılar hacıya, askerler askere, çoban çamlarının altında uğurlanır. Onun aşı yaptığı çoban çamlarını çoban çamlarını kimse kesmez, saygısızlıktır, uğursuzluktur, böyle inanılmıştır.