Muhtemelen 2006’lı yıllardı. İstanbul Fındıkzade de bir oteldeyiz. Eşim, ben ve kızım. Millet caddesi üzerinde, rampanın ortasında bir yer. Yolun ortasından tramvay hattı geçiyor. Diğer iki taraf ise İstanbul’un en kalabalık yollarından biri. Yirmi dört saat araba sesi eksi olmaz.
Gecenin sessiz karanlığına inat, caddedeki araba seslerine mi uyanmıştım ne. Saatime baktığımda gece üç sıralarıydı sanırım. Havada martı çığlıkları var. Pencereyi açıp başımı pencerede uzattığımda, martıların beyaz kanatlarının altına vuran sokak lambalarının ışkıları garip şekiller oluşturuyordu. Bir anda tepemde beliren geniş kanatlar, bir anda kayboluyor, peşlerinden çığlıkları sessiz geceyi delercesine takip ediyordu.
Sanırım o günkü rızıklarının peşine düşmüştüler martılar ‘ya nasip’ diyerek. Martılarla teşrifi mesaimiz böyle başladı. Daha sonra anladım ki asıl beni uyandıran arabaların sesi değil, martıların çığlıklarıymış.
Martıları seyre koyulmuşken günün ağardığını fark edememiştim. Gecenin karanlığı ağır ağır silinmeye başlamış Süleymaniye’nin tepelerinden güneş burnunu göstermeye başlamıştı. Eşim ve kızımla güzel bir kahvaltının ardından, Eminönü’ne inmek istedim. Hep beraber tramvaya binip Eminönü’ne indik.
Yeni Caminin önde güvercinleri besledikten sonra, Marmara’nın kıyılarına mekânı kurduk. Uzun süre martıların birbirlerine seslenişlerini dinledik. Denize dalıp çıkmaları ve suyun yüzünden havalanmaları bana yaratıcının eşsiz kudretini hatırlatıyor, her canlıya farklı özellikleri bahşeden Rabbim, martılara da bu güzelliği nasip etmişti.
Böylece bizim martılarla olan rabıtamız başlamış oldu. Nerde bir deniz görsem gözlerim martıları arar olmuştur. Ya da havada martı görsem denize çok yakın olduğumu hissederim. Anlaşılan oydu ki; biz martıları kalbimize yazmıştık.
Orta büyüklükte yolcu motorlarıyla boğaz turu yaptınız mı bilmiyorum. O büyük gemileri demiyorum. Onlar boğazın dalgasında yatıp kalkmıyorlar. Üstelik hızlı da gidiyorlar. Bu yüzden boğaz turunuz kısa sürebilir ama orta büyüklükte bir motorla boğaz turu yaparsanız çok daha farklı olur. Hem yavaş giderek boğazı ruhunuzda daha uzun süre hissedersiniz hem de boğazdan esen meltemi daha fazla ciğerlerinize çekme şansını yakalarsınız. Ha bir de martılar. Nerdeyse unutuyorduk. Muhakkak elinize simit almanız lazım ki martılarla arkadaşlık kurabilesiniz.
Elimizde simitlerimiz, boğaz turu için motorumuza bindik. Boğazın hırçın dalgalarında yol alıyoruz. Meltemin o serin esintisi ciğerlerimize doluyor. Bir batıp bir çıkan motorumuzun tırabzanlarına sıkı sıkıya tutunuyoruz. Her batışta yüreğimiz çıkarcasına havalanıyor motorun burnu suyun yüzeyine çıktığında yüreğimiz yerine geliyordu sanki. Bu halin tarifi imkânsızdır, yaşamanız lazım. Bizim gibi boğaz turuna çıkan on beş yirmi yolcuda bizim gibi sıkı sıkıya yapışmıştı motorun tırabzanlarına.
Bu arada dalgalar biraz sakinleşmiş, motorumuzun dalgalarla boğuşması bitmiş gibiydi. Birazdan martılar peşimize takılmaya başladılar. Küçük küçük kestiğimiz simit parçalarını havaya atıyoruz. Anında martıların gagaları yakalıyor. Birçok akrobatik hareketlerin ardından, çığlıkları boğazı çınlatıyordu.
Bir parça simidi elime aldım. Parmaklarımın ucunda tutuyorum. Bir türlü havaya atmıyorum. Birkaç martı bir iki dalış yaptı ama yaklaşıp alamadı. Simidi alamadıkları gibi çığlığı bastılar. Adeta neden atmıyorsun nasibimizi, neden elinde tutuyorsun der gibiydiler. Ferhat’ın Aslıya olan tutkusu gibiydi martıların simide olan tutkuları. Nihayetinde cesaretini iyice toplayan içlerindeki en küçüklerinden biri süzülerek gelip simidi gagasıyla kapmasıyla uzaklaşması bir oldu. Belli ki içlerinde en küçükleri en yüreklileri çıkmıştı. Bu arada kendinden büyüklere de rüştünü ispatlamış oluyordu.
Artık elimizde martılara verecek simidimiz kalmamıştı ama son simit parçasıyla da martılarla aramızdaki rabıtamızı da kuvvetlendirmiştik.
Boğaz turumuz, küçük motorumuz üzerinde bir aşağı bir yukarı bir sağa bir sola yatarak Beylerbeyi Sarayını geçip Sarıyer sahillerinden geri dönüş yaparak boğazın diğer yakasından tekrar Eminönü’ne getirmişti.
Deniz yolculuğumuz bizi kesmemişti. Bu seferde ver elini Eminönü-Kadıköy yapmaya karar verdik. Kadıköy iskelesinde Haydarpaşa – Kadıköy vapurunu beklemeye başladık. Nihayet vapur, gür sesli düdüğünü çalarak iskeleye yanaştı. Eminönü yolcularını boşaltan gemiye binmek için sıraya girdik. Derdimiz geminin kenarlarındaki oturaklara oturup, denizi daha yakından seyretmek.
Gemimiz Marmara’nın serin sularında yol alırken bizde kenarlardaki oturaklarda yerlerimizi almıştık. Martılar yine peşimizdeydi. Simitler havada uçuşuyordu. Bu sefer diğer yolcular simit atıyordu martılara. Bana sanki çıkmaz bir sokak gibi geliyordu martıların simit kapmaları. Oysaki denizden nasiplerini aramaları gerekiyordu. Bu birazda hazıra konmak gibi geliyordu. Mesela karabataklarda vardı ama onlar hep denizden nasiplerini arıyor, denizden nasipleniyorlardı. Gemilerden atılan simitlere tenezzül etmiyorlardı. Ya nasip deyip denize dalıyorlardı. Belki de martılar gibi açgözlü ve beleşçi değillerdi karabataklar.
Martılara dönecek olursak, Kadıköy yolcularının elinde simitler bitmişti. Martılarda yavaş yavaş gemimizi takip etmekten vaz geçiyorlardı. Eminönü’ndeki yuvalarına dönüyorlardı. Bu arada şunu da belirtmek isterim ki; Eminönü’nün martıları Kadıköy’ün martılarıyla büyük uyum içerisindeydiler. Kimse kimsenin sınırını geçmiyordu. Sanki aralarında görünmez bir sınır belirlemişler gibi Marmara’nın sularında belli bir yere kadar gelip geri dönüyorlardı. Kadıköy’den gelen gemilerin asalak martları da ayrıydı. Aynı seremoni Kadıköy vapuruna bindikten sonra da başlamıştı. Onlarda yolcu vapurlarını belli bir yere kadar takip ediyor sonra kendi sınırlarına geldikleri gibi geri dönüyorlardı.
Öyle sanıyorum ki; Kadıköy’ün martılarıyla Eminönü’nün martıları kendi aralarında komşuluk haklarını gözetiyorlardı. Ne de olsa yakın komşulardı. Esasında çok kavgacı olan martılar bir o kadarda cesur kuş olmalarına rağmen orta yolu bulmuş gibiydiler.
Martılarda gördüğüm bu manzara bende ister istemez şu duyguları uyandırdı. Biz insanların arasında ki komşuluk ilişkilerinde durum ne? Kendi aramızdaki insani ilişkiler nasıl acaba? Ne dersiniz girelim mi bu mevzunun içine? Bence hiç girmeyelim derim. Çünkü bir kere girdik mi bir daha çıkamayacağız. Bence herkes kendi nefsini muhasebeye çeksin.
Zehra Okur