Elazığ iline ait efsaneler: Çayda Çıra Efsanesi, Arap Baba Efsanesi, Harput Kalesi (Süt Kalesi) Efsanesi, Ejderha Taşı Efsanesi.
Çayda Çıra Efsanesi
Elazığ halkoyunlarının incisi çayda çıra oyunu elde tabaklar ve tabaklara konan mumlarla karanlık bir mekanda başlanarak oynanır. Elazığ’ın ulusal ve uluslararası tanıtımında büyük rolü ve adeta simgesi olan bu halkoyununun doğuşu hakkında çeşitli efsaneler anlatılır. Bu efsanelerden en yaygını şöyledir:
Uluovayı ortadan ayıran Harıngit çayının kıyısında kurulu bir köyde düğün vardır. Bu köyün ileri gelenlerinden birinin oğlu evlenmektedir. Yenilir, içilir, günlerce eğlenilir. Artık düğünün son gecesidir. Eğlence olanca coşkusu ve güzelliği ile devam etmektedir. Aniden ay tutulur. Bu olay pek hayra yorumlanmaz. Düğüne katılanlar bunu uğursuzluk olarak yorumlarlar. Davetliler tedirgin olur. Düğünün neşesi kaçar, coşkusu donar. Damadın annesi Pembe Hatun bu duruma çok üzülür. Ne kadar mum varsa köyde toplatır, tabaklara dizer ve orada bulunanların ellerine tutuşturur. Kendisi de başa geçerek mumların ışığında oynamaya başlar. Çalgıcılar hemen bu oyuna uygun bir müzik bulurlar. Davetliler coşar, eğlence devam eder. Böylece çayda çıra oyunu ve melodisi ortaya çıkar.
İkinci efsane: Fırat’ın azgın sularının aktığı bir yerde geçer. Nehrin iki yakasına yerleşen iki Oğuz boyundan iki genç, birbirlerini delice severler. Kız geceleri ışık yakarak oğlana yol gösterir. Böylece ışığı takip eden genç girdaba kapılmadan yüzerek karşı kıyıya çıkar. Bu gizli buluşmayı fark eden kızın babası bir gece kızının yaktığı ışığı söndürür. Suyun ortasında kalan genç yolunu bulamaz, girdaba kapılarak boğulur. Kız, oğlanın kıyıya çıkmadığını görünce o da kendisini sulara atar. Nehrin her iki yakasındaki köylüler meşaleler yakarak suda kaybolan gençleri ararlar, ama bir türlü bulamazlar. Bu hazin olayın sonucunda çayda çıra oyununun doğmuş olduğunu söyleyen araştırmacılar, figürlerin bir arama motifi olduğundan bahsederler.
Bu konuda merhum Fikret MEMİŞOĞLU bir yazısında Orta Asya Türkleri’nin çıra yakma geleneğinin Harput’ta korunup yaşatıldığını söyler.
Bugün Elazığ’da güvey ve gelinin misafirlerin huzuruna çıkartılması ve güvey gezdirilmesi geleneğinin yerine getirilmesi esnasında bu oyun oynanmaktadır.
Arap Baba Efsanesi
Harput’ta Alaca mescidin sol tarafından bir iki metre aşağı indikten sonra kayalar üzerinde küçük bir kapı görülür. Bu Arap Baba türbesinin kapısıdır. Türbe dikdörtgen şeklindedir. Zeminin tam ortasında yeşil kumaşla örtülü tahtadan bir sanduka içerisinde Arap Baba’nın cesedi bulunur. Cesedin başı yoktur. Sonradan buraya kesik bir baş konmuşsa da kesik başın cesetle hiç bir ilgisinin olmadığı görülür. Bütün uzuvlarıyla olduğu gibi varlığını sürdüren cesedin göğüs ve karnı nispeten çökmüş, özellikle el ve ayakları tırnaklarına varıncaya kadar şaşılacak bir biçimde sağlamdır. Cesedin uzun zaman mumyalanmış olduğu ifade edilmişse de bu konuda yapılan çalışmalarda sağlıklı bir sonuca varılamamıştır.
Arap Baba hakkında pek çok efsane anlatılmaktadır. Bunlardan en fazla söyleneni şöyledir.
Harput ve yöresine bir yıl yağmur yağmaz. Kuraklık ardından kıtlık kapıya dayanır. Halk perişandır. Alacalı mescidin yakınlarındaki bir evde Selvi adlı yaşlı bir kadın rüyasında Arap Baba’nın başı kesilipte bir dereye atılırsa yağmur yağacağını görür. Yaşlı kadın önceleri buna pek bir anlam veremez. Ancak aynı rüyayı üç gece üst üste görünce karar verir ve bir gece Arap Baba’nın cesedinin başını gövdesinden ayırır. Kesik başı dereye atar. Gerçekten de yağmur yağmaya başlar. Ama ne yağmur… Yağmur değil adeta tufan. Dereler coşar, her yanı sel basar ve bir türlü dinmek binmez. Yağmuru dört gözle bekleyen insanlar bu sefer de bu felaket karşısında muzdarip olurlar. Selvi kadın rüyasında Arap Baba’nın kesilen başı yerine konulursa yağmurun dineceğini görür. Arar, bir kesik baş bulur, yerine koyar yağmur durur.
Harputlular bu olay üzerine Selvi kadının korkunç bir hastalığa yakalanarak günlerce ızdırap çektiğini sonra da öldüğünü söylerler.
Arap Baba hakkında başka rivayetler de vardır. Bu rivayetlerin bazılarına göre bu zat bir Selçuklu komutanıdır. Kimilerine göre ise Arabistan’dan Harput’a gelerek orada çobanlık yapan ermiş bir kişidir.
Arap Baba türbesi, bugün halkın ziyaretine açıktır. Yurdumuzun dört bir tarafından ve yurt dışından gelen misafirler mutlaka bu türbeye uğrar, ziyaret ederler.
Harput Kalesi (Süt Kalesi) Efsanesi
Harput kalesinin bir adı da “Süt Kalesi”dir. Bu kaleye Süt Kalesi denmesinin ilginç bir hikayesi vardır. Kalenin temelleri atılır. Kale duvarları yükselmeye başlar. Ancak o yıl başlayan su kıtlığına bir çare bulunamaz. Aynı yıl bu su kıtlığının aksine hayvanların sütleri oldukça boldur. Zamanın hükümdarı emir verir. Harç için süt kullanılacaktır. Hayvanlar sağılır. Harç süt ile karılır, kale tamamlanır.
Diğer bir efsaneye göre ise kalenin pek çok dehlizi vardır. Bu dehlizlerden birinde güzellerden güzel bir kız yaşarmış. Ancak büyülü olduğundan sürekli kendisi için yaptırılan bir altın köşkte uyumaktaymış. Yalnız her yıl bir kez uyanır “Süt Kalesi yıkıldı mı? Katırlar kuzuladı mı? (yavruladı mı ?) Dere hamamının yerinde yeller esiyor mu? Diye sorar, sonra yeniden uykuya dalarmış. Eğer bu sayılanlar gerçekleşirse Harput yıkılacak, kıyamet kopacakmış. Bazı kişilerin bu kızın sesini duyduğunu da kulaktan kulağa söylenir.
Ejderha Taşı Efsanesi
Bu efsaneyi de Elazığlı değerli yazar şeyhül muharririn Ahmet KABAKLI’dan dinleyelim,Ejderha ne demektir çocuklar? Siz de bilmezsiniz ben de… Başkaları da pek bilmezler.İnsana benzer güzel bir yılanın irisi diyenler var. Yontma-taş devirlerinde ilk atalarımızın mağaralarında boy gösteren Mamut gibi bir kocaman yaratık diyenler de var. Onu yılanlar prensesi Şahmaran’ın oğlu veya babası diye tanıtanlar da oluyor.Ben ejderhayı bilmem, siz de bilmezsiniz. Fakat, ana babalarımızın dilinde kullanılıp yaşatıldığına göre, daha çok hayallerde peydah olmuş, gerçek değil de “kuramsal” mahluklardan olsa gerek.
Ejderhayı bana sormayın, bende size sormayayım, çünkü canlılar arasında yeri yoktur. Ama siz bana, Ejderhayı nasıl hayal ettiğimi, nasıl tasarladığımı sorarsanız, bunu anlatabilirim. Siz de böyle şeylerin zihninizde nasıl biçimlendiğini yazmaya, çizmeye, anlatmaya, çalışırsanız, iyi olur. Sakın, tasavvuru ve hayali yabana atmayın. Çünkü bildiğiniz bilmediğiniz masallar, romanlar, filmler tablolar, anıtlar, hep hayal gücünden meydana gelmişlerdir. “Sanat eseri” dediğimiz tılsımlı şeyler, çocuklukta gelişen hayal dünyamızın verimleridir.
Bana sorarsanız Ejderha hiç de korkutucu, ürkütücü değildir; kocaman, iri ama çok sevimlidir. Hatta köpek, kedi yavruları gibi onun da koca gövdesiyle yere sırt üstü yatıp yuvarlanarak çocuklarla şakalaştığını düşünmekten zevk alırım.Gözleri eşeklerin gözleri gibi munis gelir bana. Tüyleri kuzu tüyü yumuşaklığındadır. Geceleri rengarenk olur ejderha ve uzaktan ışıl ışıldır. Yavruları da vardır Ejderha’nın. Onları emzirir, okşar ve yalar. Bazen insan gibi konuştuğunu güldüğünü, ağladığını hatta elbise giyip dolaştığını bile hayal ederim.Şimdi bunları söylüyorum ama, çocukluğumda ejderhadan çok korkardım. Daha doğrusu, ejderhadan değil de Ejderha Taşı’ndan korkardım.Neydi Ejderha Taşı? Bakın anlatayım: Bugünkü Elazığ’ın aslı ve atası olan Harput’u bilirsiniz. Çocukken biz kartal yuvasına benzeyen, çok camili ve çok türbeli, Harput’ta otururduk. Yazlarımız ise Harput yakınındaki “Göllü Bağ” denilen bol dutlu, elmalı, üzümlü bahçemiz de geçerdi. Babamı, henüz tanıyacak yaşa gelmeden kaybetmişim. Annem, kardeşimle bizim ellerimizden tutar, bizi Harput’tan Göllübağ’a götürürdü.Tabi o zamanlar araba yok, otobüs yok. Varsa bile şehirlerde tek tük görünürdü. Fakir olduğumuz için hayvana binemezdik. Varsa varsa, ağır yüklerimizi taşıyan bir tek eşeğimiz olurdu. Bu yüzden yaya gelirdik Göllübağ’a, dört kilometrelik yol, çocuk adımlarımızla iki saat sürerdi. Ama ben, çevre yanı yeşiller, bol katırtırnakları, keşişkelleleri, sütlügenler, kevenler, kengerler, dağ reyhanları, ahlat ve aluç ağaçları dolu bu yolu çok severdim. Yürümek canıma minnetti. Ayrıca pınarlar vardı ki taştan çardakları andırırlardı. Temmuz sıcağına serinlik ve ıslaklık katan bu pınarlarda yolcular dinlenir, azıklarını yerlerdi. Yalaklarından hayvanlar ağır ağır su içerlerdi….
İşte bu yolun başladığı bir yassı tepe üzerinde, Harput’a bakar gibi sırtı ve başı havaya kalkmış, devimsi kara bir taş vardır. Kendisi toprağa gömülmüş de, sırtı, boynu ve ayağı açıkta kalmış, yürüyüş halinde bir dev-hayvan heykelini andıran bu kocaman görüntünün, iki yanında da tıpkı kendine benzer, ikişer yavrusu bulunur.
Annem, herhalde bizi yutar korkusundan olacak, bu büyük ve küçük taşların üstüne çıkmamıza izin vermezdi:
-Bu Ejderha Taşı’dır derdi.
-Ne demek ana Ejderha Taşı?
-Oğlum, bu gördüğünüz şey vaktiyle ifrit bir ejderha imiş; yanındakiler de onun yavruları. Bak görüyor musunuz, Harput’un üzerine doğru yürüyorlar! O eski zamanlarda meğer Harput’u yutmaya gelirlermiş de, şehirde herkes korkmaya başlamış.
Bunun üzerine, ağzı dualı, gönlü temiz, çok okumuş Allah’a yakın adamlar, şu karşıdaki, Eğri Minarenin yanında görünen Süt Kalesi’nin mescidine çıkmışlar. Alın koyup namaz kılmışlar ve hep bir ağızdan halka dua, bu canavara da beddua etmişler ki, olduğu yerde kalsın. Harput’u yutmasın… Kurban olduğum Allah, işte o ulu kişilerin dualarını kabul etmiş de, bu ejderha ile yavruları hemen şuracıkta taş kesilmişler! Siz de sakın bu yerlerde, bu millete, bir eğrilik, bir kötülük etmeyin ha! Allah sizi de taş yapar!..
Anam, bu Ejderha ile yavrularının, gerçekten taş kesildiklerine ve yanında durduğumuz siyah kayaların, onların vücudu olduğuna inanırdı. Çünkü bu şehrin, bu dağların, bu efsane ve inançların çoğu idi. Gençti de. Annesinden, çevresinden ne duymuşsa onu anlatıyordu.
Ama bizim gözlerimizin yuvarlandığını ve korkmaya başladığımızı görünce hemen sesini yavaşlatır:
-Allah onu taş yapmış ama, kim bilir ne kadar eskiden… Sonra, çok büyük fenalık yapacakmış, camileri ve insanları toptan yutacakmış da ondan taş yapmış Rabbim. Siz korkmayın! Allah’ım size kıymaz. Hiç de taş olmazsınız! Derdi ve sanki taş kesilmemizi önlemek isteyen bir çabuklukla gelir, boynumuza sarılır beni ve kardeşimi öperdi.,
Zamanlar geçti, Ejderha Taşı’ndan korkmaz oldum. Hatta bu asrın dev kamyonlarını, silahlarını, tanklarını, uçaklarını onların ölüm saçan, yıkan kazalarda insanlar parçalayan vahşetini gördükçe eski zamanın o ejderhaları bana çok da munis, afacan, yaramaz ve sevimli gelmeye başladılar. Ama, bu Ejderha Taşı efsanesinin bende uyarttığı dersi anamın anlattığı şeylerin hikmetini, hiç bir zaman unutamamış, yalana ve hafife almamışımdır. O yüzden hala inanırım ki: Güzel yurdumuza fenalık yapmaya, onu yutmaya, sömürmeye veya elimizden almaya gelenler veya kalkışanlar, temiz huylu, yüce ruhlu milletimizin duaları ile taş kesilirler; gayretleri ve savaşları ile perişan olurlar.