Antalya Şehrine ait günümüze kadar gelen Titreyen Göl Efsanesi, Yanartaş (Çıralı) Ve Belerophontes Efsanesi, Belkız’ın Efsanesi ve Muhannet Su (Uçar Su) Efsanesi bunlardan birkaçıdır.
Titreyen Göl Efsanesi
Rivayet göre, gölün kenarında yaşayan ve kuşları besleyen yaşlı bir balıkçı oturmaktadır.
Kuşlar yaşlı balıkçıyı gölün kenarında gördüklerinde kanatlarını çırparak ona doğru gelirdi. Bir gün bu gölde avlanan avcılar su üstündeki ördekleri vurur. Yaşlı balıkçı bunun karşısında avcıların üzerine yürür ve onları avlanmaktan vazgeçirmeye çalışır. Avcılar yaşlı adamı iter ve su üstündeki vurdukları ördekleri almaya çalışır. Bu sırada diğer ördekler hep birlikte havalanarak kanatlarıyla bir hortum oluşturur ve avcıları kaçırırlar. Bu olaydan sonra göl hep titremeye başlar. Bu titremeye yöre halkı, kuşlar yaşlı balıkçıya ağlıyor diye yorum yaparlar.
Yanartaş (Çıralı) Ve Belerophontes Efsanesi
Yanartaş’ın klasik Grek mitolojisinde önemli bir yeri vardır. Zeus’un oğulları arasında Olympos Dağı’nda yaptırdığı yarışmada Herakles’in birinci gelmesi, bunun Olimpiyat oyunlarına başlangıç kabul edilmesi ve Olimpiyat Meşalesi’nin tutuşturulmasında Yanartaş’ın rolü büyüktür.
Yanartaş, yerden fışkıran bir alevdir ve Homer’in de İlyada Destanı’nda sözünü ettiği gibi binlerce yıldan beri durmadan yanmaktadır.
Mitos’a göre:
At aşığı Glakuos’un oğlu Hipponoes kardeşi Belleros ile ormanda avlanırken, istemeyerek kaza ile Belleros’u öldürmüştür. Bunun için kendisine “Belleros’u yiyen” anlamına gelen “Bellerophontes” adı verilmiştir. Kardeşini bir kaza sonucu öldürdüğü için vicdan azabından deliye dönen Bellephorontes ülkesinden kaçmak zorunda kalmıştır Tipins Kralı Ptoitos’a sığınan Bellerophontes tanrıların övünerek yarattığı bir erkek güzelidir Bazı kaynaklarca Stenehe olarak isimlendirilen kralın karısı Anteia, Bellerophontes’e ilk görüşte aşık olmuş; ancak Bellerophontes iltica ettiği bir kralın karısı ile yasak ilişkiye girmeyi asla düşünmediği için, kraliçeyi reddetmiştir.
Buna son derece içerleyen Kraliçe, Bellerophontes’i kocasına şikayet etmiştir ‘ Öl ey Preites, ya da gebert Belledephontes’i. 0 ki, gönlüm olmadan beni aşkı ile sarmak istedi” Bunu işiten kral Bellerophontes’i hemen öldürmek istemişse de, sonradan bütün intikam meleklerini üzerine çekeceğinden korkarak, onu misafirliğin dokunulmazlığına girmeden öldürsün diye, elinde birbirine katlanmış ve içinde “Bu mektubu getiren kişiyi bu dünyadan kopar; o ki, karımı, yani senin kızına tecavüz etmek istedi. “yazılı bir mektup vererek Likya Kralı olan kayınpederi Iobates ‘e gönderdi.
Yakışıklı genç kendini bekleyen sondan habersiz yola koyulmuş ve kendisini seven ve beğenen tanrıların emin rehberliği ile Likya ya, Xanthos Nehrinin kenarına geldiği zaman ihtiyar Kral misafirine sevgi ve saygı gösterdi. Dokuz gün ağırladı. Dokuz inek kurban etti. En sonunda gül parmaklı şafak onuncu kere görülünce Bellerophontes’ten damadının gönderdiği mektubu görmek istedi. Fakat İobates de bir kral misafirini öldürmekten korktu ve onu başı aslan, vücudu keçi, kuyruğu yılan ve ağzından durmadan alevler saçan Chimera adlı canavarı öldürmesini rica etti.
Bellerophon görevine gitmeden önce kahin Polydeus’a danıştı. Kahin Polydeus kendisine uçan at Pegasos’u ehlileştirmesini öğüt verdi. Bellerophontes bütün uğraşına rağmen atı yakalayamadı ve yine Kahin Polydeus’un önerisi üzerine Athena Tapınağına gitti ve geceyi bu zor görevde kendisine yardım etmesi için Zeka tanrıçasına yalvarmakla geçirdi.
Bir ara olduğu yerde uyuyup kalmıştı. Rüyasında Athena göründü ve ona dedi ki:
– “Uyan Bellerophontes, uyan… Pegasos’u yakalayabilmen için sana şu gemi getirdim. Bunu al; çünkü ancak bu gemle o asi hayvanı yumuşatır ve sırtına binebilirsin. Haydi git; fakat görevine başlamadan önce, atlara binmek sanatını öğreten tanrıya bir boğa kurban etmeyi unutma.”
Bu sözler üzerine Bellerophontes, hemen ayağa kalktı. Tanrıçanın kendisine uzattığı gemi aldı ve Athena ‘nın önerisini yerine getirdi. Pegasos, altın gemi görür görmez, hırçınlığı geçti; uysal bir hayvan oldu. Ve kendiliğinden geldi, kahramanın getirdiği gemi ağzına aldı. O güne kadar yıldırımların koşu atı olan Pegasos, Glaukos’un oğlunun ayrılmaz bir arkadaşı, sadık bir dostu oldu. Artık Chimera’yı öldürme görevine gidebilirdi ve hemen Pegasos’un sırtına atlayarak Chimera Canavarının üzerine yürüdü. Bu canavar, çevrede yaşayanları alevleri ile kasıp kavuruyor ve adeta hayatlarından bezdiriyordu. Bellerophontes canavara saldırınca, canavar çok sinirlenerek kükredi. Alevden dili her yen kasıp kavurdu.
Kükremesinden kayalar yerinden oynadı. Deniz bir Çağlayan gibi aktı. Çevrede bulunan bütün canlılar bu korkunç mücadelenin dehşetinden haykırıyorlar, bayılıyorlar ölüyorlardı. Kanatlı At Pegasos da bütün hünerini gösteriyor, sanki görevin dehşetini anlamış gibi gökyüzünde daireler çizerek, ani dalışlar yaparak, Bellerophontes’in Chimera’yı öldürebilmesi için elinden geleni yapıyordu.
Canavarın ağzından çıkan alevlerden çevredeki her şey neredeyse kül olmuş,
Pegasos’un basacağı yer kalmamıştı. Fakat en sonunda Bellerophontos mızrağını hazırlayarak Pegasos’la havadan öyle bir iniş yaptı ki, mızrağın canavarın vücuduna saplanması ile canavar yedi kat yer dibine gömüldü. Yalnız alevden dili zararsız bir şekilde yeryüzünde kaldı. Bugün o yere giden insanlar hala bu canavarın kükreyişini alev çıkan yerlerden duyarlar.
Efsanenin buraya kadar olanı Yanartaş ile ilgi, ancak Bellerophontes’in bundan sonraki serüvenleri de ilginç:
Ölümünü isteyen İobates, Bellerophontes’i ödüllendireceği yerde. onu çok savaşçı bir kavim olan Termessos’lu solymler üzerine gönderdi. Buradan daha döner dönmez Amazonlar üzerine gönderildi. Bellerophontes her ikisini de yendi. Daha sonra bir geçitle üzerine taşlar yuvarlayan ve daha sonra Likya Ovasında kendisini öldürmek isteyen İobates tarafından gönderilen askerlerle çarpıştı.
Ancak İobates hiçbir takdir göstermeyince, Bellerophontes Deniz tanrısı Poseidon’a yalvararak Xanthos Nehri’nin arkasından her gittiği yere akmasını istedi.
Bellerophontes, İobates’in bulunduğu Xanthos kentine ilerlerken dileği kabul oldu ve Xanthos nehri yatağından çıkarak büyük dalgalar halinde Bellerophontes ‘in ardından ilerlemeye başladı. Hiddetini yatıştırmak isteyenler başaramadılar. Ancak Yanthos’lu kadınlar, kent kapılarının açılmasını ve kendilerinin onunla başa çıkabileceklerini söylediler Kent için bilinen bir çözüm yolu da yoktu. Kadınların isteklerini yerine getirmekten başka çare bulamadılar Xanthos’un kent kapısı açılır açılmaz Xanthos’lu kadınlar eteklerini kaldırarak kentten ona doğu koşmaya başladılar ve hiddetinden vazgeçerse kendilerini Bellerophontes’e teslim edeceklerini söylediler. Bellerophontes bu tekliften dolayı çok şaşırmıştı. Hemen geri dönüp oradan uzaklaştı ve Xanthos nehri de dalgalar halinde arkasından geri çekildi. İobates daha sonra Bellerophontes’in kızı tarafından uğradığı iftirayı öğrenince onu Likya’da alıkoyarak kızını verdi ve ülkesinin idaresini onunla paylaştı.
Kadınların zekiliği nedeniyle olsa gerek, emir vererek, bundan böyle baba yerine, ananın adı ile çocukların çağrılmasını Likya da bir gelenek haline getirdi.
Mutluluk içinde yüzen Bellerophontes, gurura kapılarak kanatlı atı ile ölümsüzlerin bulunduğu Tanrılar Dağı Olympos’a yükselmeyi denedi. Her ölümlünün kalbinden geçenleri bilen Zeus bir at Emeği göndererek uçan atı böğründen ısırttı Canı yanan et silkindi ve Bellerophontes tutunamayarak Pegasos’un üzerinden boşluğa yuvarlandı. Kanatlı At Pegasos ise çok yükseklere, yıldızların sıralandığı mavi gökyüzünün en üst katına vardı. Tanrılar onu artık bir daha yere indirmediler ve bir burca (yıldız kümesine) çevirdiler. Bellerophontes’e gelince, o günlerce süren bir düşüşten sonra, yere düştü. Chimera’yı yenen e ünlü kahraman artık topal ve bitkin bir halde sürünmeye başladı. 0 dünyanın ünlü kahramanı iken gereksiz bir gurura kapıldığı için sefalet içine düştü; daima kederli, daima üzgün ve adsız sansız bir dilenci gibi ölünceye kadar yaşadı.
Hiç sönmeden yanan alevin, bu canavarın ağzından fışkıran alev olduğunu anlatır efsaneler. Bu alev aynı zamanda Olimpiyat Oyunları’nın ilk kutsal alevi olması yönünden da ayrı bir önem ve değer taşımaktadır. Bu mitos, toprak altından çıkan tabii gazların yanmasıyla oluşan sönmeyen ateş imajından yararlanılarak oluşturulmuş ve Homeros’un İliada ve Odessea’sına girmiştir. Homeros’tan sonra bu efsane Hephaistos ile birleştirilmiş ve bu topraklar üzerinde Hephaistos kültü oluşturulmuştur.
Bugün Chimera alevinin bulunduğu Yanartaş’a çıkıldığında Volkan tanrısı Hepaistos Tapınağı’nın kalıntıları ile karşılaşılır. Ayrıca burada Bizans Kilise kalıntıları da vardır. Bu, Hıristiyanlık döneminde bile bu alevin bulunduğu alanın kutsal bir alan olarak kabul edildiğinin bir göstergesidir. kaynak www.side.gen.tr
Belkız’ın Efsanesi
Aspendos adıyla da bilinen Belkıs harabelerinin Anadolu efsaneleri arasında ilginç bir öyküsü bulunuyor. Antonius Pius (138- 164) tarihleri arasında inşa edilen tiyatro kadar, kentin su ihtiyacını karşılayan kemerlerin de öyküsü halk arasında dilden dile dolaşıyor. Romalılar Döneminde kent idaresinin başında bulunan valinin dillere destan güzellikte bir kızı varmış. Kentin iki ünlü mimarı da aynı kıza âşıkmış. Vali ise kızını hangisi ile evlendireceğine karar vermekte güçlük çekerken damat adayını seçmek için bir yol bulmuş. Mimarları çağırıp teklifini iletmiş “Hanginiz kent için yararlı ve güzel bir eser ortaya koyarsa kızımla o evlenecektir” buyurmuş. Mimarlar yoğun çalışma dönemi sonrasında eserlerini sunmuşlar. Mimarlardan biri Belkıs’a su getiren suyollarını, kemerleri inşa edip kentin su ihtiyacını giderirken, diğeri görkemli Aspendos tiyatrosunu tamamlamış. Her iki muhteşem eser karşısında zor durumda kala kalan güzel kızın babası hükümdar, bu defa kızını hangisinin daha çok sevdiğini anlamak için bir başka yolu denemiş.”Her ikiniz de çok yararlı eserler yarattınız bu nedenle sözümü tutmak için kızımı ortadan ikiye bölüp, bir yarısını birinize diğer yarısını diğerinize verip evlendireceğim” demiş. Mimarlardan biri kızın ortadan bölünmesine kıyamayarak ben vazgeçtim, kızınızı rakibime verin, yeter ki o ölmesin demiş. Baba da kızının ortadan bölünmesine razı gelemeyecek kadar çok seven mimarın o olduğuna inanıp kızını vermiş.
Eleni’nin Gözyaşları Efsanesi
Alanya Kalesi ile ilgili pek çok hikaye anlatılır. Bunlardan biri de Bizans Tekfuru Argiles’in güzeller güzeli kızı Eleni ile ilgilidir. Ülkesini yağmalayan korsan Vasili’den yılan Tekfur, korsanı damat edinmeye karar vermiş. Ancak Eleni’nin gönlü, fakir bir çobandaymış. Eleni, babasının bu kararına şiddetle karşı çıkmış, ‘Vasili ile asla evlenmem’ demiş. Bunu gururuna yediremeyen Argiles, kızına ders vermek için onu Alanya Kalesi’nin zindanlarına kapatmış.
Eleni’nin daracık hücresinin, Damlataş kumsalına bakan tek bir penceresi varmış. Çünkü Tekfur, Eleni’ye Alanya’nın tüm güzelliklerini gösterirse, onun bu güzellikler karşısında hayata dönmek isteyip evliliğe yanaşacağını düşünmüş. Ancak Eleni, babasının beklediği gibi pişman olmamış, çobandan vazgeçip Vasili ile evlenmeye yanaşmamış, gece gündüz gözyaşı dökmüş. Alanya Kalesi’nden Damlataş’a uzanan kıraç tepe, Eleni’nin gözyaşları ile sulanmış. Ve bir süre sonra bu tepede defne, nar ve iğde ağaçları büyümüş.
O zamandan beri, Alanyalılar ne zaman yağmur yağıp da her tarafı defne kokusu sarsa, Eleni’nin hıçkırıklarını hisseder.
Muhannet Su (Uçar Su) Efsanesi
Sizlere, Muhannet Suyu efsanesini anlatacağız. “Muhannet”, kıskanç, bencil demektir. Diyeceksiniz ki, suyun da bencili mı olurmuş. Evet. efsanemizi okuduğunuz zaman, suyun da bencillik yaptığını göreceksiniz. Bakalım, su nasıl bencillik yapmış…
Finike ve çevresinde bilinen ve sevilen erenlerden Abdal Musa, bir gün Fethiye taraflarına gitmiş. Gittiği her yerde olduğu gibi, Fethiye köylerinde de Abdal Musa çok iyi karşılanmış. Yedirmişler, içirmişler, yatırmışlar… Köylüler kentliler onu gurup gurup ziyarete gelmişler. Sohbetini dinlemişler, akıl danışmışlar.
Abdal Musa da onları çok sevmiş. Hele hele gönlü tok, gözü tok, almadan veren, Tanrı misafirine gönlünü açan köylüleri çok beğenmiş Kendisine yapılan bu ikramları karşılıksız bırakmak istememiş.
– Ey güzel Allah’ın sevgili kulları. Allah gönlünüze göre versin, söyleyin
bakalım, eksiğiniz gediğiniz var mıdır?
Köylüler, Abdal Musa’nın bu iltifatına teşekkür etmişler.
– Sağ olasın Ey Musa. Sayenizde ve dualarınızla hiçbir eksiğimiz gediğimiz yoktur, demişler.
Abdal Musa, bu insanların gönül tokluğuna memnun olmuş. Ama bir şeylerin eksik olduğunu da görmüş. Sararan ekinlere, kıraç araziye bakmış
– Eksiksiz insan olur mu, aksayan bir şeyleriniz herhalde vardır.
Köylüler de, Abdal Musa’nın bu anlayışlı tutumu karşısında cesarete gelmişler.
– Her şeyimiz tamamdır Ey Musa, lâkin suyumuz yoktur. Bu yüzden, koyunlarımız, kuzularımız susuzluktan k ı rılır. Ekinimiz, bağ-bahçemiz. günü gelmeden sararır, demişler.
Abdal Musa’nın yüzü bulutlanmış. Doğrusu, bu derece büyük bir talep beklemiyormuş.
– İyi de, demiş. Sizler, bu güzelliklerin üstüne, bir de bol suya kavuşur sanız, çok zengin olursunuz. Çok zengin olunca da, Tanrı Misafirine güler yüz göstermez, onu gereği gibi ağırlamazsınız.
Köylüler telâşa kapılmışlar. Yeminler şartlar etmişler.
– Aman Ya Musa, ne var ise sende vardır. Hem biz zengin olursak.
Tanrı Misafirine daha iyi bakar, onu daha iyi ağırlarız. Yeter ki suya kavuşalım, demişler.
Abdal Musa, bu ısrarlar karşısında dayanamamış. Ağır ağır ayağa kalkmış, elinde âsasıyla bir kayaya doğru gitmiş. Köylüler de, arkasından, sessiz büyülenmiş bir şekilde onu izlemişler.
Abdal Musa, ellerini havaya açmış. Bir süre öylece kalakalmış. Sonra eline asasını almış ve “Yaa Allah!” diyerek asasını hançer gibi kayaya sokmuş.
Köylülerin şaşkın bakışları arasında asanın girdiği kayalıktan buz gibi. berrak bir su fışkırmaya başlamış. Bu su genişlemiş, büyümüş ve küçük ırmak olmuş.
Köylüler Abdal Musa’ya teşekkürler dualar etmişler. Ve onu. Saygıyla uğurlamışlar Bu suyun çıkması ile o köyün çehresi değişmiş. Bağ bahçe sulanmış verim çoğalmış, biranda köy zengin olmuş.
Olacak bu ya… bir kaç yıl sonra Abdal Musa’nın yolu, tekrar bu köye düşmüş. Birde ne görsün, herkes bir koşturmaca içinde. Onun yüzüne bile bakan yok. Aradan saatler geçmiş. Zaten yorgun ve açmış. Çaresiz köylülerden ekmek istemiş.
– Allah rızası için, bir parça ekmek verin demiş, demiş ama, dinleyen kim. Üstüne birde azar işitmiş.
– Haydi yoluna be adam. Hangi yüzle ekmek istiyorsun. Yani biz kazancımızı sana mı yedirelim. Yazın bizimle birlikte tarlada-ormanda çalıştın mı? Bizimle beraber ekin mi biçtin, harman mı ettin, demişler.
Kendi ağzıyla ekmek istediği halde, köylülerden ekmek alamayan Abdal Musa çok üzülmüş. Bu köylülere su vermesi için Tanrıya yakardığına pişman olmuş. Bunun üzerine Abdal Musa, etrafına toplanan tüm köylünün gözleri önünde yine ellerini açmış, yüksek sesle dua etmiş.
– Ey Tanrım! Bu zavallı insanlar, senin verdiğin nimetin kıymetini bilemediler . Zengin oldular ama, zenginliğin gereğini yapmadılar. Kötü bir gurura kapıldılar. Kibirlendiler, Tanrı misafirini aç koydular. Var iken vermediler. Onlara verdiğin güzel suyu muhannet kıl. Tarlalarına su gerektiğinde hiç akmasın, kış mevsimi gelip su gerekmediğinde de bulanık aksın, diye dua etmiş.
O dakika su kesilmiş köylüler yaptıklarına pişman olmuşlar, ama iş işten geçmiş. Tekrar Abdal Musa’nın ayaklarına kapanık af dilemek istemişler ama, biranda Abdal Musa ortalıktan kaybolmuş.
İşte o gün bugün bu su yön değiştirmiş, Hıdrellezden üç yada beş gün sonra büyük bir gürültü ile patlayarak gömbe yaylası tarafına akmaktadır.
Ama o güne kadar berrak akan su, Ekim ayı geldiğinde suyu bulanır ve Fethiye tarafına doğru akar. Bu suya, Fethiye taraflarında zamanında akmadığı için “Muhannet Su”, Gömbe Yaylası tarafında ise: yüksekten döküldüğü için “Uçar Su” adı verilmiştir.