1. Bayburt Manşet
  2. Efsaneler
  3. Ağrı Efsaneleri

Ağrı Efsaneleri

Her yörenin kendine has efsaneleri vardır. Ağrı İlimize ait efsaneler de şöyledir.

Ağrı Efsaneleri
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Her yörenin kendine has efsaneleri vardır. Ağrı İlimize ait efsaneler de şöyledir.

AĞRI DAĞI EFSANESİ

Ağrı Dağı Efsanesi Yaşar Kemal’in 1970 yılında yazılan romanına ad olmuştur. Adı Efsane olmasına rağmen, kitapta anlatılanlar aslında efsane değil, tarihi izler taşıyan bir aşk hikayesidir.

Yaşar Kemal Ağrı Dağı Efsanesinde Halk Edebiyatından geniş ölçüde yararlanmıştır. Hikayede at, kutsal meşe ağacı, demirci gibi destansı; sofi, kervan şeyhi, paşanın kızını vermek için Ahmet ‘in dağın doruğuna çıkıp ateş yakması gibi hikaye ve masal motifleri yer almaktadır. Romana konu olan efsanenin özetle şöyledir.

Ağrı Dağı’nda bulunan ve Küp Gölü denilen bir gölün etrafında, çobanların her yıl bahar mevsiminde gerçekleştirdikleri bir törenin anlatımıyla başlıyor. Buna göre çobanlar karlar eridikten ve karların altından ortaya çıkan toprak yeşermeye başladıktan sonra bir sabah gün doğmadan Küp Gölü’nün etrafında toplanır, Ağrı Dağı’nın Öfkesi denen nağmeyi çalmaya başlarlar ve gün batımına kadar bunu sürdürürler. Gün batımında küçük beyaz bir kuş gelir ve gölün mavi sularına bir kanadını üç kez daldırıp çıkarır. Ardından da iri bir atın gölgesi gölün üstüne düşer. Bu anlatı birkaç kez daha yinelenir romanda. Romanın geri kalan kısmı bu anlatıya ve törene kaynaklık eden olayı anlatır.

18 inci yüzyılda Beyazıt bir sancak Merkezidir. Beyazıt Paşası Mahmut Han’dır. Mahmut Han’ın Kır atı, şimdi İran sınırları içinde kalan, Gürbulak Açık Pazar Yeri ve Meteor çukurunun karşısındaki, Ağrı Dağı’nın eteklerindeki Sorik köyünden yaşayan Ahmet’in evinin kapısına gelir. Sofi denilen yaşlı kişi bu atın neden burada olduğunu sorar Ahmet’e. Ahmet bu atla ilgili bir bilgisinin olmadığını söyler. Bunun üzerine töreye uyarak, atı uzak bir yere bırakır Ahmet. Ancak eve geldiğinde atı Sofi’nin yanında görür. Bu uygulamayı tam 3 kez yapar ve hepsinde aynı sonuçla karşılaşır. Sofi 3 kez bırakılıp geri dönen atın töreye göre Ahmet’in olduğunu ve gerçek sahibi kim olursa olsun, onu geri alamayacağını söyler. Bunun üzerine Ahmet, bu gösterişli atı sahiplenir ve “At benim kısmetimdir” der. Bu sırada Mahmut Han da kaybolan atını aramaktadır. Ancak Ahmet atını vermeye razı olmaz. Mahmut Han, civardaki beyleri toplar, onlar aracılığıyla atını istetir. Ahmet töreye göre bu atın kendisinin olduğunu ve kimseye veremeyeceğini söyler. Mahmut Han atını almak için Ağrı Dağı’na gider, ancak Sofi’nin dışında kimseyi bulamaz ve Sofi’yi de zindana attırır. Civardaki beyler atı, Ahmet’i ve köylüleri bulacaklarına dair Mahmut Han’a söz verirler. Mahmut Han onlara armağan verip gönderir.

Zindanda bulunan Sofi’yle Mahmut Han’ın üç kızından biri olan Gülbahar ilgilenir. Sofi Gülbahar’a kaval çalar. Ağrı Dağı’nın Öfkesi diye bilinen nağmeyi çalar. Mahmut Han, Sofi’ye, at ve Ahmet bulunursa kendisini zindandan çıkarabileceğini söyler, ancak Sofi bunun mümkün olmadığını söyler. Milan aşiretinden Musa denilen kişi Ahmet’i ikna etmek için Hakkari’ye gönderilir. Ahmet’i ve köylüleri geri getirir, ancak Ahmet’i de Musa’yı da kandırmışlardır. ikisi de zindana atılır. Gülbahar zindana gizlice yemek götürmeyi sürdürür.

Bu sırada Ahmet’i görür. Gülbahar farklı bir ruh haline girer. Ahmet’e yakınlık duymaya başlar ve bir gece Zindancı Memo’dan izin alıp Ahmet’le görüşür. Ertesi gece Zindancı Memo istemeye istemeye yine izin verir Gülbahar’a. Mahmut Han 40 gün içinde kaybolan atının kendisine iade edilmesini ister, aksi takdirde zindandaki Sofi, Ahmet ve Musa’nın öldürüleceğini söyler. Bunun üzerine Gülbahar, atı Ağrı Dağlılardan istemeyi düşünür. Yardım etmesi için konuyu kardeşi Yusuf ‘a açar. Yusuf bu fikre şiddetle karşı çıkar. Ancak Yusuf bu konudan kimseye bahsetmeyeceğine söz verir. Gülbahar bu konuyu Sofi’ye de açar ve onu da ikna edemez. Demirci Hüso denen kişiye başvurur. 0 da Gülbahar’ı Kervan Şeyhi’ne gönderir, Kervan Şeyhi, Kervankıran yıldızına bakar ve yıldızın bir tarafının aydınlık, bir tarafının karanlık olduğunu ve derdinin dermanının olduğunu söyler. Gülbahar ertesi gece Demirci Hüso’nun dükkanının önünde bir at görür. Demirci Hüso gidip Mahmut Han’ın kaybolan atın getirir. 0 gece Gülbahar ve Ahmet, Zindancı Memo’nun odasında birlikte olurlar. Zindanc Memo kıskançlık içindedir, Gülbahar ve Ahmet, Zindancı Memo’nun odasında uyurlarken, o elinde kılıcıyla birkaç kez gelir, uyandıklarında kılıcını üç kez havaya kaldırır, ancak onları öldüremez. Mahmut Han getirilen atın kendisinin olmadığını söyler. Etrafındaki beylerden biri atın Mahmut Han’a ait olduğunu söyler gibi olur, ancak, Mahmut Han hiddetlenir, Beyazıt’a tellal yollar. Tellallar zindanda bulunan üç kişinin cumartesi günü sabahleyin asılacaklarını söyler. Demirci Hüso da bunun üzerine atı alır ve salar, at Beyazıt’ta şahlanır ve Ağrı Dağı’na yollanır. Gülbahar ne yapacağını bilemeyecek kadar çaresiz durumdadır. Zindanların olduğu yere gider. Burada kendinden geçmiş bir halde “Ahmet öldürülürse ben de kendimi sarayın uçurumundan atarım” der. Zindancı Memo bunu duyar. Gülbahar zindandaki üç kişiyi serbest bırakması için Memo’ya yalvarır ve ne isterse yapacağını söyler. Memo ondan bir tutam saç ve bu gecenin ve kendisinin unutulmamasını ister. Gülbahar kabul eder ve ona bir tutam saç verir. Memo da zindandaki üç kişiyi salıverir. Güneş doğunca cellatlar zindanın kapısına dayanır. Memo onlara mahkumları salıverdiğini söyler, cellatlar onunla çarpışmaya başlar ve bu çarpışma sarayın uçurumuna kadar devam eder, uçurumun kenarında Memo kendini aşağı bırakır ve ölür. Elinde bir tutam saç vardır.

Sarayda meydana gelen bu sıra dışı olayları bilen Yusuf, büyük bir korku içindedir. Her şeyi babasına anlatmayı düşünür. 3 gün hasta yatar. Gülbahar’la konuşur, kaçmayı veya her şeyi anlatmayı teklif eder. Çünkü Yusuf, babasının İsmail Ağa’ya gelip ona yalvarmazlarsa ikisinin de gözlerini oyacağını söylediğini duymuştur. Yusuf bütün olan biteni anlatır. Gülbahar hapsedilir, kuyuya kapatılır ve başına iki nöbetçi konur. Bu haber kısa sürede çevre illerde duyulur. Çevre köylerden insanlar saraya koşar, kafileler halinde gelirler. Mahmut Han bu büyük kalabalıktan korkar ve Gülbahar’ı onlara vermek zorunda kalır. Ahmeti ve Gülbahar’ı Kervan Şeyhi’ne götürürler. Şeyh onları Hoşap Kalesi’nin beyine gönderir. Yanlarına halifesi Ibrahimi de katar. Hoşap Kalesi’nin Beyi onlara sahip çıkar. Molla Muhammet adlı birini Mahmut Hana gönderir. Ancak iyi haberler gelmez. Mahmut Han genç çifti istemektedir, Hoşap Kalesi’nin Beyi onları vermez. Ahmet ile birlikte ava çıkarlar. Mahmut Han aynı zamanda bir Osmanlı paşasıdır. Çevresindeki bazı beyleri Hoşap Kalesine gönderir. Ancak onlar da elleri boş geri gelir.

Mahmut Han, Erzurum’daki Rüstem Paşa’ya mektup yazar ve yardım ister, ancak Rüstem Paşa kızı oğlana vermesinin gerektiğini bildirir ve ona alay dolu bir mektup gönderir. Hoşap Kalesi’nin Beyi, Molla Muhammet’i yeniden gönderir ve Bey’in ne yapmak lazım geliyorsa yapmaya hazır olduğunu bildirir. Mahmut Han tedirginlik içindedir, çevredeki ahalinin sarayın üzerine yürümesinden ve Osmanlı’nın gözünden düşmekten korkmaktadır. Sonunda kızı bir şartla vermeyi kabullenir. Ahmet Ağrı’nın tepesine çıkacak ve büyük bir ateş yakacaktır. Ahmet bunu kabullenir. Her geçen dakika daha fazla insan bu olayı görmek amacıyla gelmekte ve Mahmut Han ve İsmail Ağa daha çok gerilimin içine girmektedir. Bu gerilim onun Ahmet zirveye çıkamazsa da kızı ona verdiğini ilan etmesine yol açar. Sonunda ateşi yakar. Gelir ve kızı alır ve gider, ancak ona dokunmaz. Kız bunun nedenini sorar ondan. Ahmet kıza onu nasıl kurtardığını sorar. Gülbahar da anlatır. Ahmet gider, arkasından Gülbahar onu takip eder, ancak Küp Gölü denen gölün orada onu kaybeder. Efsanenin sonunda, birkaç kez yinelenen, çobanların her yıl bahar ayında gerçekleştirdikleri törensel uygulamanın anlatısının ayrıntıları da tamamlanır:

“0 gün bugündür, Küp Gölü’nün oralardan geçenler, gölün kıyısına oturmuş, kara, ışık gibi parlak, uzun saçlarını sırtına sermiş, başı iki elleri arasında gözlerini som mavi suya dikmiş Gülbahar’ı görürler. Arada sırada Ahmet gölün sularında Gülbahar’ın gözüne gözükür ve Gülbahar kollarını açıp Ahmet’e yürür, ‘Ahmet, Ahmet!’ diye bağırır. Sesi bütün dağda yankılanır. ‘Ahmet, Ahmet! Sen de benim yerimde olsan benim yaptığımı yapardın. Yeter artık gel Ahmet. Ahmet!’ Göl kaynar, Ahmet silinir, Gülbahar silinir ve küçücük bir ak kuş gelip kanadını suyun som mavisine batırır. Ve sonra da bir atın kapkara gölgesi gölün üstünden gelir geçer.”

NUH’UN GEMİSİ

İlimiz, adını Ağrı dağlarından alır. Bu dağlara “Eğri” dağları da derler. Doğu Anadolu’da, Erzurum – Kars yaylasını Murat havzasın dan ayıran Karasu – Aras dağlarının doğu ucunda, kartal yuvası gibi dimdik iki dağ: Büyük Ağrı, Küçük Ağrı.. Bu iki dağ için çeşitli efsaneler söylenegelmiş, bunlar kutsal kitaplara kadar girmiştir.

Ağrı dağları asil şöhretini Kutsal kitaplarda geçen Tufan olayın dan almıştır. Şöyle ki: Tek Tanrı’ya inanan ve O’na iman eden Nuh Peygamber zamanında, insanlar doğru yoldan eğri yola sapmış, düzen bozulmuş, Tanrı’ya isyan etmişlerdi. Tanrı, bunları cezalandırmayı kararlaştırdı. Peygamber Hazret-i Nuh’a bir gemi yapmasını ilahi bir emir olarak bildirdi. Gemi üç yüz adım boyunda, elli adım eninde ve otuz adım yükseklikte olacaktı. Nuh Peygamber gemisini yaparken, herkes onunla alay ediyor, başlarına gelecek felakete bir türlü inanmıyorlardı. Derken geminin yapımı bitti. Nuh Peygamber, ilahi emir gereğince, yer yüzün de bulunan bütün canlılardan, erkek-dişi birer çift gemisine aldı. Yeteri kadar yiyecek yükledi. Sonunda da ailesi ve iman eden bazı yakınlarını yanına alarak gemiye girdi. Oğullarından birisi “Tufan olursa, ben bir dağa sığınırım” diyerek gemiye binmedi. Bu sırada gök delindi. Kırk gün, kırk gece yağmur yağmış, görülmemiş bir tufan, dağları, taşları denizlerle birleştirmişti. Tanrı’nın gazabına uğrayan insanlar yok olmuş, yalnız gemidekiler sağ kalmışlardı. Nuh’un gemisi, yüz elli gün sularda yüzdü, durdu. Yine il bir emirle sular çekilmeğe başladı. Gemi, Ağrı dağlarının Cudi tepesine oturdu. Nuh Peygamber, pencereyi açarak bir güvercin saldı. Güvercin, konacak yer bulamayarak geri döndü. Yedi gün sonra, güvercini yeniden saldı. Güvercin bu kez ağzında bir zeytin dalıyla gemiye döndü. Sular çekilmişti. Gemisinden çıkarak Ağrı dağlarının eteklerinde bir köy kurdu. İnsanlar, canlılarla birlikte yeniden çoğaldılar.

Sümerlerin Gılgamış destanlarında da geçen ve bütün dünyaca bili nen bu efsaneyi gerçekleştirmek için bilginler, yıllardan beri, Ağrı dağlarında Nuh’un gemisinin kalıntılarını arayıp durmuşlardır.

‘Tufan efsanesi burada biter ama, Doğu Anadolu’da daha başka söylentiler de vardır. Derler ki, suların çekilmeğe başladığı günlerde, Nuh’un gemisi ansızın, şiddetli bir sarsıntı ile allak – bullak olur. Gemi bir dağın sivri tepesine çarpmıştır. Gemidekiler korkudan:

– Suphanallah…

Derler. Dağın adı “Süphandağı” olur. Gemi, bu tehlikeyi atlattıktan sonra, kuzeye dümen kırar, bir tepeye daha çarpar. Nuh Peygamber:

– Allahü Ekber

Diyerek bu tehlikeyi de savar. Bu dağa da “Allahuekber Dağı” derler. Derken, bir süre sonra, sular çekilir. Gemi bir büyük dağın sivri tepeleri üzerine oturur. Uğraşır uğraşır, kurtaramazlar. 0 zaman hep bir ağızdan:

– Ne ağır dağ derler.

Dağa “Ağır Dağ” adı verilir, bu ad sonradan “Ağrı dağı” olur.

TAŞKIN BABA

1V.Murad, İran Seferi dönüşünde ordusu ile birlikte Patnos yakınlarında konaklamıştır. Karşıda tüm heybetiyle duran Süphan dağı dikatini çekmektedir; ikide-bir gözleri bu dağa takılır. Merakını gidermek için,dağ hakkında çeşitli bilgiler alır. Çevresindekiler, Süphanın yabani hayvanlarla dolu olduğunu söylerler.Padişah, canının geyik yoğurdu istediğini bildirir. Kim suphan dağındaki geyiklerin sütünden yapılmış yoğurt getirirse her isteğinin karşılanacağı sözü verilir. Hemen araştırma yapılır. Bu işi çevrede tanınan Taşkın Baba’nın başarabileceği kanaatine varılır. Taşkın Baba emri alır almaz, Süphan Dağı’na çıkar; Geyiklerden süt sağıp yoğurt yapar. İstenen yoğurdu Sultan Murad’a vermek için yola koyulur.

Sultan Murad yoğurt getirme işinin mümkün olmayacağını düşünerek,orduyu hareket ettirmiş, murat nehrinin batı yakasına geçmiştir .Seyyar köprüler sökülmüş yakınlarda başka köprü ve geçit kalmamıştır. Murat azgın ve coşkun… Fil dahi geçmeye çalışsa vurup devirecek. Ama Taşkın Baba verdiği sözü yerine getirmek ve Sultan’a ulaşmak arzusunda… Taşkın Baba sanki düz bir yolda yürüyormuş gibi murat nehrinin üzerine basarak karşıya geçmek ister. Bunu gören lV.Murat, heyecanlanıp;

– Gelme, gelme !.. Su coşkun, seni bir köpük gibi alır götürür, boğulur gidersin, diye bağırır.

Taşkın Baba suyu yara yara hem yürür,hem karşılık verir:

– Hünkarım, meraklanma. Su coşkunsa, gelen de Taşkın’dır…

Ve Taşkın Baba karşıya geçip yoğurdu Sultan Murad’a sunar. O kocaman azgın nehri, küçük bir dereyi geçer gibi çıkagelen bu adam karşısında, askerler ve Sultan dona kalmıştır. Sultan Murad çok memnun olur. Ona :

– Dile benden, dileğin nedir? Der.

Taşkın Baba, şimdimi taşkın köyünün bulunduğu yerin kendisine verilmesini ister. İsteği yerine getirilir. Oraya yerleşir. Ölünceye kadar burada yaşar. Bu köye de “Taşkın” adı verilir.

İKİ BACI

Ağrı Dağı’nın bulunduğu yer bir zamanlar ova imiş. Burada yaşayan bir köylünün iki kızı varmış. Bir gün bu iki kardeş odun toplamaya gitmişler. Yeterince odun topladıktan sonra , abla odun dengini küçük kardeşin sırtına yüklemiş ve yola koyulmuşlar. Biraz gidince yorulan ve beli ağrıyan küçük kız ablasına ;

– Belim çok ağrıdı abla, ne olur biraz da sen taşı diye seslenmiş.

Ablası kulak asmamış. Biraz daha gitmişler , küçük kız yine ablasına seslenmiş, ablası hiç oralı olmamış. Küçük kız sonunda dayanamamış:

– Abla abla, demiş. Senin gibi ablam olacağına olmaz olsun. Dağ olasın, taş olasın, uzun uzun kış olasın belimdeki ağrı adın, seller yağmurlar muradın olsun diye beddua etmiş.

Ablası durur mu ? O da vermiş veriştirmiş:

– Senin gibi kardeşim olacağına taş olsun saçların çayır, eteklerin bayır olsun. Başın dilin gibi sivri, yamacın boynun gibi eğri, adın da benim gibi ağrı olsun.

Derken bir gürültü kopmuş, bir toz bulutu kaplamış ortalığı. Biraz sonra ovada iki yüce dağ sivrilmiş…. Biri Küçük Ağrı, diğeri Büyük Ağrı. Böylece iki geçimsiz kardeşin ikisi di birer dağ olmuş.

KARA DİKEN (Siyabent)

Derler ki, Süphan dağı’nın eteğine kurulmuş Patnos kentinde bir zamanlar bir koca ağa, bu ağanın Haco (Hacer) adında güzel mi güzel, bir kızı varmış. Hacer’in güzelliği dillerde… Her delikanlının gönlü onda; O nun gönlü ise çobanları sirbent te.

Sirbent ile Hacer’in sevgisi yıllarca gizli kalır. Sevgi bu, günün birinde anlaşılır. Aşk söylentileri dilden kulağa çabuk ulaşır nedense. Derken koca ağa’nın da kulağına varır. Ağa kovar sirbent’i, Sirbent’e dağda mağaralar ev olur. Hacer’e çoban arkadaşları ile yollar haberleri. Patnos yöresinde bir de kara Ağa varmış. Ağaların üç evlenme yaşı vardır derler. 20,40 ve 60. Yaşlar. Kara ağa ikinci evlenme yaşında (40 imiş).

Hacer’in güzelliğini duyan Kara Ağa dururmu? Varmış Koca Ağa’nın konağına. Diz çökmüş keçesine… İstemiş kızı.
Babası vermiş Hacer’i Kara Ağa’ya. Haber kıza, ondan da Sirbent’e ulaşmış. Sirbent deliye dönmüş.Almış tüfeğini eline, çıkagelmiş eski ağasının kapısına. Köpekler tanırmış bu eski çobanı. Sessiz-sedasız girmiş Hacer’in odasına. El ele verir, Sirbent ile Hacer. Gecenin karanlığında ulaşırlar Suphan dağına.

İki aşık Süphan’ın sarp kayalıklarında mutlu günlerini yaşarken, bir gün, üç geyik(*) sekerek gelip yakınlarında durur.Geyiklerden ikisi erkek, birisi dişidir. Erkek geyiklerden biri yaşlı, öteki genç görünümünde. Yaşlı geyik daha iri ve güçlü olduğu için, genç geyiği yaklaştırmazmış dişi geyiğe. sirbent yaşlı geyiği öldürmeye aht eder.

-Vuracağım onu. O da “Kara Ağa) olmuş sanki…

Sirbent çeker tetiği, vurur yaşlı geyiği. Kesmeye uğraşırken, geyik çırpınır, bir boynuz darbesiyle sirbent’i kayalıklardan aşağı, uçuruma yuvarlar. Sirbent sırt üstü düşer. Bir ağaç dalı sırtını delip göğsünden çıkar. Sevgilisinin kanlar içinde cansız yatışına dayanamaz Hacer, kendini atıverir. Bir ağaç dalı da bunun göğsünden batıp sırtından çıkar, ölümde birleşirler.

Kara ağa iz süre süre bulur mağarayı. Varır uçurum kenarına. Bir haftalık sözlüsü ile onu kaçıran aşığının yanyana yatışlarını uzun uzun seyreder. Nişan alır Sirbent’i ateş edeceği sırada gözleri kararır,yuvarlaanır,uçurumun kayalarına çarpa çarpa Hacer ile Sirbent’in arasına düşer.

Koca Ağa’nın adamları, süphan dağının vadisinde üç mezar kazarlar. Sirbent ile Hacer’ein arasına Kara Ağa’yı gömerler.

O günden beri, her yılın baharında Hacer’in mezarında kırmızı gül, Sirbent’in mezarında ise beyaz gül açar. Güller eğilip birbirlerine kavuşacakları sırada Kara Ağa’nın mezarında bir kara diken yükselir ayırır gülleri.

Mayıs ayı gelince görülmeyen bir kuş öter Sirbent uçurumunda.

İnsan sesine yakın bir ötüş şöyle der gibi;

“Siz siz olun, değmeyin

İki taş arasına girin,

İki gönül arasına girmeyin.”

KEREM İLE ASLI HİKAYESİ

Anadolu’da çok sevilen Kerem ile Aslı hikayesi’nin bir bölümü Ağrı’da geçer; dumanda yolunu şaşıran Kerem, türkü ile Ağrı dağından yol ister, birdenbire murat suyu karşısına çıkıp ta önünü kestiğinde ondanda geçit vermesini talep eder.

Eski Doğubayazıt’ta geçen bölümü şöyledir.

Aslı’nın peşinde diyar diyar gezen Kerem, onun izini bir gün Bayazıt’ta bulur. Aslı Keşiş’in Bahçesinde saklanmıştır. Kerem bir yolunu bulup keşişin karısı ile görüşür, Kerem Aslı ile konuşabilmek için keşişin karısının ileri sürdüğü teklifleri kabul eder. Aslının yüzünü görebilmek, onunla konuşabilmek için 32 dişini sırayla çektirir. Sonradan elini sürdüğünde tüm dişleri eskisi gibi olur.

Başka bir anlatım ise şöyle:

Keşiş’in bağında Aslı ile Kerem buluşur. Fakat kızın üzerinde sihirli bir entari vardır. Kerem türkü söyledikçe, düğümlerden biri açılırken, diğeri kapanmaktadır. Aynı durum sabaha kadar devam eder. Sonunda Kerem öyle bir ah çeker ki, ağzından çıkan alevle tutuşup yanar. Bu külün başında günlerce bekleyen Aslı, külü saçı ile süpürürken tutuşur, o da yanar. Külleri birbirine karışır.